28 Aralık 2017 Perşembe

Ali'nin Bir Günü

Soğuk bir kış akşamı iş yerinden evine doğru yola koyuldu Ali. İçinde bir huzursuzluk vardı. Daracık sokaklarda bembeyaz yollar kaldırımla aynı hizaya yükselmişti. Rüzgar estikçe çam ağaçlarının yapraklarına çarpıp uğulduyor her uğuldamanın ardından kavakların çırılçıplak dallarında biriken kar kütleleri patır patır yere düşüyordu düştükçe de Ali'nin huzursuzluğu katlanarak artıyordu. Evine iki sokak kala içindeki huzursuzluktan kurtulmak için yolunu uzatıp evinin altındaki caddede mendil satan Mahmut Dayı'ya uğrayıp sohbet edecek nasihat isteyecekti.
-----------
Sabahtan bütün planını akşam 6 da işten çıkıp akşam 7 de sevgilisiyle buluşacak şekilde ayarlamıştı. Patronu Ali'nin veya herhangi bir çalışanının işten erken çıkmasına izin verecek bir adam olmadığını bildiği için Ali günler önceden sevgilisine bin bir ısrarla o gün okuldan erken çıkmasını istemişti kızcağız en sonunda dayanamayıp Ali'nin doktor arkadaşından rapor alıp devamsızlığını sildireceğini de söylemesi ile birlikte Ali'nin teklifini kabul etmişti. Ali mahcubiyet utanç öfke karışımı bir şey hissediyordu. Fakat öfkesi ne patronuna ne sevgilisineydi. Patronun hiçbir suçu yok sevgilisi ise ne dese haklıydı suçlu sadece bir türlü planlı programlı bir insan olamayan kendisiydi.
Patronu o gün akşam saat 8 sekizde önemli bir şahsiyetin işyerine geleceğini ve önemli bir görüşme yapılacağını Ali'nin ise kesinlikle bu görüşmeye dahil olması gerektiğini tam bir ay öncesinden söylemişti. Ali tabi ki işi ile alakalı bu kadar önemli bir mevzuyu önemsemeyerek unutup atlayacak kadar sorumsuz bir insan değildi aksine tam bir ay öncesinden,  patronunun bu görüşmenin tarihini bildirdiği günden beri gelecek önemli şahsiyete yapılacak karşılamadan uğurlamaya kadar bütün her şeyi planlamış,  gerekli bütün çalışmaları tamamlamıştı sadece geriye 17 aralık günü önemli şahsiyetin gelmesini beklemek kalmıştı. Sıkıntı şuydu ki saat 6 ya 10 kala patronun odaya girmesiyle Ali'nin buyrun efendim demesine fırsat bile bırakmadan, heyecan içerisinde konuşmaya başladı Ali olayın aslını anladıktan sonra patronun konuştuklarının yarısını dinleyemedi bile bir yandan kendine, kendinden başkası etse kan çıkaracağı küfürleri sessizce sıralarken, bir yandan da gayri ihtiyari programlı bir makina gibi iki saniyede bir kafa sallayarak patronu onaylıyordu. Kendisini 25 senedir tanıyıp kaba tabirle ne mal olduğunu bildiği için böyle durumlara alışkındı. Nasıl olur Ahmet Bey? daha 10 gün var! bile demedi bu yüzden. 7 ile 17'yi karıştırmak, saat 06:00 ile saat 18:00'ı karıştırmak gibi hatalar Ali'nin 25 yıldır bıkmadan usanmadan yaptığı hatalardı. Patron odadan çıkınca kendine ettiği küfürlerin sesi yükseldi kendisini terasa attı biraz nikotinden, birazda aceleyle üstüne bir şey almadan çıktığı için saçlarından boynuna kadar her yerini önce üşüten, sonrada yakan karın etkisiyle sakinleşti, içeriye gidip telefonunu eline alarak sevgilisine ne yazacağını düşündü,  akla en uygun olan hayatı boyunca Ahmet Bey'i görmeyecek ve ajandasını kurcalamayacak olan sevgilisine patronun son anda başına iş çıkardığı yalanını söylemekti. Bu yalanı söylemenin kendisine ne kazandıracağını ne kaybettireceğini düşündü. Eğer sevgilisi yalana inanırsa ayrılıktan veya en iyi ihtimalle bir haftalık gerginlikten kurtulacaktı, fakat inanmazsa  hem yalan söyleyerek kendini aciz duruma düşürmüş olacak hem de ilişkileri zedelenecekti. Bir müddet düşündükten sonra aciz duruma düşme ihtimalini kafasında kurduğu şablondan sildi, yalanı tasarladı önce kendisi inandı, sonra bir an bile teklemeden sevgilisine anlattı. İnsanlara yalan söyleme konusunda vasat olduğu halde tereddütsüz konuşuyordu, ters giden herhangi bir şey yoktu çünkü esas iyi olduğu konu kendisine yalan söylemekti. O kadar inanmıştı kendi yalanına, yalan söylediğini farkında bile değildi. Sevgilisi ise ne Ahmet Bey'i umursuyordu ne de çok önemli şahsiyeti. Okuldan çıkmıştı, buluşma yerine gitmek için otobüse binmişti, Ali arayıp buluşamayacaklarını söylediğinde ise bir anlık hiddetle otobüsü durdurup inmişti. Okula geri dönemezdi ders başlamıştı, eve gidemezdi ailesi neden erken geldiğini sorduğunda cevap veremezdi. Nereye gideceğini bilmemenin gerginliğiyle ve otobüsten indiğinden beri kapatmaya fırsat bulamadığı bağrına çarpan kar tanelerinin de etkisiyle bir anlık hiddet öfkeye dönüştü öfkesi Ali konuştukça arttı ve nihayet ayrılmak istediğini söyleyerek telefonu Ali'nin suratına kapattı. Ali suratına kapatılan telefonu fırlatacak gibi olduğu esnada bir kerecikte olsa mantıklı bir şey yapmış olmak için telefonu sakince yerine bıraktı. Sinirlenecek hali de yoktu zaten. Yaklaşık bir saatlik susarak duvarı izleyiş faslından sonra günler öncesinden hazırladığı dosyaları dolabından çekip koltuğunun altına alarak toplantı odasına yürüdü. Alinin üstüne düşeni yapmasına rağmen beklentinin altında geçen ve istenilen hedefe ulaşılamayıp mütabakata varılamayan toplantıdan sonra Ali Ahmet Bey'in ve iş arkadaşlarının yakınmalarına ve öz eleştirilerine dahil olmadan müsaade isteyerek işyerini terk etti.
Dışarı adımını atar atmaz yerlerin bembeyaz bir örtüyle kaplandığını gördü soğuktan nefret etmesine karşın kar ile ilgili sevdiği tek şey üstünde yürümek ve bastığında çıkan sesi dinlemekti. Bir an yürüsem mi acaba eve ? Diye düşündükten sonra karına da kışına da diye söverek arabasını park ettiği yere yürüdü fakat dış kapıdan dışarı adımını atar atmaz alabildiğine uzanan santim santim ilerleyen araç trafiğini gördü, bu sefer yoluna da trafiğine de diye söverek yürümeye koyuldu. İyi ki de koyuldu kara basmak cidden ruhuna bir dinginlik vermişti.
------------
Evinin sokağından çıkıp kafasını caddeye uzatır uzatmaz şoka uğradı, resmen can pazarına dönmüştü cadde, hemen koşar adımlarla Mahmut Dayısının yanına gitti iyi olduğunu görünce elini öperek, ne olduğunu sordu. Mahmut Dayı 2 saat önce kar yeni yağmaya başladığında bir arabanın kayarak karşı şeride girdiğini sonrasında diğer arabaların art arda çarpışarak kaldırımlara kadar savrulup yayaları ezdiğini söyledi.
Ali Mahmut Dayı'ya bir ihtiyacı olup olmadığını sorup elini öperek can pazarından, ambulansların, polislerin siren sesleri ve bağrışan insanların sesleri arasında evine doğru yürümeye başladı. Evinin sokağına geldiğinde aniden aklında bir düşünce canlanmıştı, eğer iki saat önce çıkmayı planladığı saatte işyerinden çıkıp sevgilisinin yanına gidecek olsaydı, bütün bu aksilikler olmasaydı, daha kar yeni yağmaya başlamış yerler kar tutmamış olduğu için arabayla yola çıktığında o caddede kendisi de kazaya karışacaktı belki ölecek, belki de bir yayaya çarpıp öldürecekti böylece ayrı kaldığı için üzüldüğü sevgilisiyle bir daha hiç görüşemeyecekti. Bu düşünceyle içindeki huzursuzluk yerini şüküre ve ferahlamaya bıraktı.
Fakat bu ferahlık fazla sürmedi. Apartmanın kapısını açmak için cebinden anahtarı çıkardığı sırada zihninde ilkinden daha korkunç bir düşünce bütün gerçekliğiyle canlanmıştı. Eğer iki saat önce planladığı gibi işyerinden çıksaydı sevgilisiyle buluşmak için hiçbir şekilde o caddeden geçmesi gerekmeyecekti. Az evvelki düşüncelerinin hepsi zihninin üstündeki büyük yükü hafifletmek için kurduğu bir oyundu. İnsan, fıtratı dolayısıyla en kötü olayda bile bir iyilik, en iyi olayda bile bir kötülük görmek istiyordu. Bu sefer kendine yalan söyleyip kendini kandırmayı başaramadı. Gerçek bütün açıklığıyla gözlerinin önündeydi. Gün içerisinde birçok kötü olay yaşamış belki de sevdiği insanı kaybetmişti bunlara karşılık kendine bir teselli, bir şükür sebebi bulamayınca, "hayırlısı böyleymiş" diyerek elindeki anahtarla kapıyı açarak evine girdi.
Yusuf Çağ

Neyzen Tevfik ve Atatürk

Aralarında bir ahbaplık olduğu bilinmesine rağmen doğruluğu bilinmediği için rivayet olarak kalan bu hatıra, gerçek olmasa dahi Neyzen'in kişiliğini iyi yansıtan daha önemlisi okuyanın yüzünde bir tebessüm bırakan hikayedir.

Atatürk Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş neyzen.. ardından sormuş Atatürk..
- senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?
neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.
- ne kadar içersiniz ?
- iki tane kiloluk rakı içerim.
ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü korkutmak istemiştir.
- nasıl içersiniz ?
- canım ne isterse; susuz, mezesiz.
neyzen:
- ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.
Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk rakıyı neyzen kaseye boşaltıyor. başını sokup lıkır lıkır içecek zannediyorlar. fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek ve irice bir kaşık geliyor. neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki rakının içine bastırıyor. lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yanaşıyor.
yine anlatılanlara göre, Ata:
- pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış, ayrılırken de saygılarını sunmuştur. yine rivayete göre Ata öldükten sonra neyzen, evinden haftalarca çıkmamış..

Neyzen Tevfik'in hayatta en sevmediği mefhumlardan birinin de 'otorite' olmasına rağmen, Atatürk'e büyük bir hayranlık beslediği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeğin kanıtlarından biri de Atatürk'ün ölümü üzerine yazdığı bu şiirdir;

Tanrı ölmez, O dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca O’nu kalbinde bulur her millet.
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’e inananlar er olur, sulhu korur!

(ecrâm-ı semâ: gökteki yıldızlar, mevki-i müstahkem: makam, isâl: ulaştırma, kudret-i külliye: Allah yapısı, dâr-ı fenâ: hiçlik alemi, peyman: yemin, and, kadeh)

Neyzen Tevfik Kimdir?

Neyzen Tevfik (1879 - 1953)


24 Mart 1879’da Bodrum’da doğan Neyzen Tevfik’in asıl adı Tevfik Kolaylı’dır. Babasının memleketi Bafra'nın Kolay nahiyesi olduğu için soyadı kanunuyla "Kolaylı" soyadını almış. Babası Rüştiye Mektebi muallimi Hasan Fehmi Bey, Annesi Emine Hanım’dır. Kendine özgü yergileri ve yaşam biçimiyle adını duyuran Neyzen Tevfik, babasının görevli bulunduğu Urla kasabasında, usta bir neyzen olan Berber Kâzım'la tanıştı ve ondan ney dersleri almaya başladı. Aynı günlerde de, ilk sar'a nöbetini geçirdi.
Bu arada okulu bırakan Neyzan Tevfik’i babası yatılı olarak “İzmir İdadisi”ne yazdırdı. Ancak sar’a nöbetlerinin yeniden başlaması üzerine okulu tamamen bıraktı. Ney’e duyduğu derin sevgiyle İzmir Mevlevihanesi’ne girdi. Neyzen Tevfik, burada Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Şair Eşref gibi pek çok ünlü isimle ile tanıştı ve onlardan Türkçe'nin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri aldı. Şair Eşref, yalnızca dostu ve hocası olarak kalmayarak ona hicvin kapılarını da açtı. İlk şiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de “Muktebes” dergisinde yayımlandı.
1898 yılında, babası medrese öğrenimi için Neyzen’i İstanbul'a gönderdi ve Fethiye Medresesi'ne yerleştirdi. Ama Neyzen Tevfik, zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde geçirdi. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanıştı ve Mehmet Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağladı. 1901 yılında, medrese giyimi olan cüppe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrıldı. Önce Fatih'teki Şekerci Hanı'na, sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşti. Bu arada babasını tanıyan ve daha sonra Şeyhülislam da olan Musa Kazım Efendi onu kendi derslerine kabul etti.

Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı. Mehmet Akif'le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öğretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti. Dost çevresi içinde artık İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, Hacı Arif Bey, Yunus Nadi de vardı.
1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Mağazası sahibi Hâfız Âşir Bey'le bir plâk doldurma girişimi oldu. Neyzen aşırı içkili olduğu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basılıp piyasaya verildi. 1949'da yayımlanan Azâb-ı Mukaddes'e yazdığı önsözde belirttiğine göre, "yüze yakın plâk" doldurmuştur.
Öte yandan istibdata karşı olan gençlerle Sirkecideki İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarına ilişkin ve istibdat karşıtı konuşmalar yaparlardı. Güneş Kıraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Şakir, bir gün, sözü Eşref'ten açıp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rıza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuşturdu ve tüm düşüncelerini öğrendi, ardından da ihbar etti. Gözaltına alınan Neyzen, sıkıntı dolu bir sorgulamadan geçirildi. Bu arada, daha önce tam otuz beş kez jurnal edilmiş olduğunu öğrendi. On beş gün sonra da serbest bırakıldı.
Serbest kaldıktan sonra kendisini Beyoğlu meyhanelerine attı. Bu esnada Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ederek Şeyh Mümin Baba'dan nasip aldı. Siyasi baskının artmasından sonra  yurt dışına gitmeye karar verdi ve 1902 yılında Mısır'a gitti.
Neyzen Tevfik'in Mısır'da geçen yıllarına ilişkin olarak gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayırmak neredeyse imkansız. Ama geçimini neyi ile sağladığını ve hicvetmeye devam ettiği biliniyor. Mısır’da bir arkadaşı ile Neyzenler Kahvehanesi açıp işletti. Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurdu. Jön Türklerle ilişkili, bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" dediği için altı ay hapse mahkûm edildi. Ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştu. Bu arada Feride adlı Lübnanlı bir kadınla iki ay birlikte yaşadı.
II. Abdülhamit için yazdığı "Abdülhamid'in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun" adlı hicvini İstanbul Kıraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istendi fakat çevrenin işe karışması ile kurtuldu. "Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir" başlığı ile gazetelerde yayımlanan yazı nedeniyle hakkında tutuklama kararı verildi. Kurtulmak için de "Kaygusuz Sultan" adlı bektaşi tekkesine sığındı.

II. Meşrutiyet'in ilânıyla Mısır'dan ayrıldı ve İzmir'e döndü. Daha sonra da İstanbul’a geçti. Çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen Neyzen Tevfik, seyretmek için gittiği ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen "Sabah-ı Hürriyet" adlı oyunun İttihat ve Terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklandı. Ardından kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Neyzen Tevfik 1910 yılında "sarıklı bir zâtın kızı olan Cemile hanımla", kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin ısrarı ile evlendi ve bir kızı oldu. Ancak yürümeyen evliliği, kızı Leman henüz üç aylıkken kayınbabasının eşini alıp götürmesiyle son buldu.

I. Dünya Savaşı yıllarında, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paşa'nın emrinde ve Mehterbaşı olarak askerlik yaptı. Düzenle başı hoş olmayan Neyzen Tevfik, herhangi bir meseleden dolayı Muhtar Paşa ile kavga etti ve askerden çıkarıldı. Daha sonra, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yalısında Mehter takımının verdiği konseri izleyen Almanya'nın Romanya'daki Kuvvet komutanının ilgisini çekti. Bazı kaynaklarda da onun çağrılısı olarak Romanya'ya gittiği yazılır. Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.
1919 yılında, ilk kitabı “Hiç”i yayınlandı.
1923 yılında Ankara'ya gitti ve kardeşi Şefik Kolaylı'nın yanında 4-5 ay kaldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal'i yücelten şiirler yazdı bu sırada. 1924 yılında, arkadaşı Hasan Sâit Çelebi'nin de yardımları ile yazdıklarını “Azâb-ı Mukaddes” adı altında forma forma yayımlamaya kalkıştı ancak girişim başarılı olmadı ve iki formadan sonra noktalandı.

1926 yılında Atatürk'le tanışan Neyzen Tevfik, 1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. 1928 yılında, eski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mısır'a gitti ve bir yıla yakın bir süre yanında kaldı.
1930’lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündağ'ın girişimi ile Konservatuvar'da görevlendirildi. 1940’lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ın aracılığı ve Valiliğin oluru ile Bakırköy Akıl Hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrıldı. İstediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar giderdi. Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili şunları yazmış; "Onu yakinen tanımak mazhariyetine 1932’de erdim. O tarihte genç bir asistan olarak Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki 18 numaralı serviste (ehline) açmış olduğu şiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yılmak bilmeyen bir talebesi olmuştum."
9 Mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde ney çaldı ve yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüledi. 1949 yılında, dostlarından İhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altında, “Azâb-ı Mukaddes” adı ile kitaplaştırdı. 1951 yılında “Onu Affettim” adlı bir filmde önemli bir rolde gözüken Neyzen Tevfik, “Ağlayan Şarkı” adlı bir başka filmde ise, Suzan Yakar'la oynadı.
1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı. 1930'larda İstanbul Belediye'sinin bağladığı yardım aylığını saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmadı. Neyzen Tevfik'in söylenceleşen yaşamı 28 Ocak 1953'de son buldu. Cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde kılındı. Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısında ki Barbaros Bulvarını doldurdu. Memurların, profesörlerin, ileri gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurladılar Neyzen'i bilinmeyene. Kim bilir belki de hiçlikten hepliğe…

Ne hayatı, ne dünyayı, ne de kendisini "hiç" kavramıyla ifade etmek değildi onun yaptığı. O, karşıtlıkların birbirini var ettiği algılayışımızda, var oluş derinliğinin sarhoşluğu içinde arayışını sürdürürken “Hiç” olanı fark etmişti. Para-pul, mal-mülk, şan-şöhret elinin tersiyle ittiği şeylerdendi. Adaletsizliğe, çıkarcılığa, kör inançlara, baskıya, otoriteye, din istismarına sert ve etkili bir üslupla hicivlerinde ve hayatında baş kaldırdı. Boynunda eski yazıyla “Hiç” yazardı.
 

Neyzen Tevfik ve Fahrettin Kerim Şişesi

1950'lerin başında bir gece Beyoğlu meyhanelerinden birine, elinde bir ney muhafazası taşıyan, 25-30 yaşlarında, iyi giyimli bir genç girer.
Şöyle bir etrafı kolaçan ettikten sonra, boş bulduğu bir masaya ilişip, havalı bir el hareketi ile garsonu çağırır;
-Şişşşt, bakar mısın buraya.
Garson seyirtir hemen masaya doğru;
-Buyrun beyim?
-Bir Fahrettin Kerim bana. Biraz buz, az da badem.
Fahrettin Kerim, o zamanların istanbul valisinin adı ile anılan minik rakı şişesi.
Ben o dönemde henüz dünyaya teşrif etmediğimden hatırlamıyorum ama bilen bilir "mini mini valimiz, ne olacak halimiz" sözleriyle anılan.
-Baş üstüne beyim.
Sipariş gelmeden daha, mekanın sahibi gelir masaya;
-Delikanlı, bakar mısınız?
Delikanlı afili bir bakış atar;
-Buyurun?
-O masadan kalkmanızı rica edecektim, şu arkadaki masaya alsak sizi.
-Ne münasebet efendim, boştu masa ben geldiğimde.
-Üstadın masasıdır bu, buraya gelen herkes bilir, kimse oturmaz!
-Ne üstadı imiş bu?
Patronun gözü masadaki neye ilişir ve gözüyle işaret eder;
-Üstad Neyzen Tevfik, tanıyor olmalısınız.
-Ben benden başka üstad tanımam, benim üstad diyeceğim adam bu aleti benden iyi üflemeli...
Patron sinirlenmeye başlar, iki de fedai hareketlenir masaya doğru.
Tam o sırada, az önce meyhaneye girip tartışanların haberi olmadan duruma şahit olan Neyzen Tevfik el eder patrona "bırak kalsın" anlamında. Ne de olsa son demleridir artık hayatının, durulmuştur artık gençlik ateşi. Yavaşça ilişir arkadaki boş masaya, bir Fahrettin Kerim de o söyler, az da badem.
Delikanlı ikinci şişeyi de bitirdikten sonra, neyi çıkartır muhafazasından, dudaklarına götürür.
Patron artık dayanamaz acele seyirtir masaya;
-Delikanlı ayıp yahu, üstadın yanında... Her şeyin bir edebi, usulü var yahu!
Arka masadan kısık bir ses duyulur;
-Şşşşt bırak efendi, tamamdır.
Patron üstada hürmetten, geri geri çekilir karanlığa doğru, delikanlı başlar bir taksim üflemeye. Herkes bırakır çatalı, bıçağı, kadehi; kulak kesilir. Ustadır delikanlı hakikaten. Ustadır da, çok tizden girmiştir, hem caka satma merakı, hem de içkinin tesiri ile. Tıkanır kalır...
Tam fısıltılar başlamışken, ilahî bir ney sesi duyulur üstadın masasından, delikanlının çıkamadığı perdeden almış, devam etmektedir. Şaşırır delikanlı, hem zordur o perdeye çıkmak, hem de alıcı gözle baktığı halde, ney görememiştir üstadın elinde o ana kadar.
Arkasına döner... Bakar... Gördüğü yeter ona...
Alelacele, kıpkırmızı bir suratla çeker gider.
Üstadın elinde ney değil, boş bir fahrettin kerim şişesi vardır, ona üflemektedir ney yerine. Üstad boş rakı şişesinden ney sesini çıkarmaktadır.

27 Aralık 2017 Çarşamba

Dede Korkut Hikayelerinde Geçen Eski Türk Gelenekleri


– Ad Koyma: Oğuz Türklerinde bir gencin ad alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekiyordu. Bu yiğitliği gösterdikten sonra Dede Korkut’u çağırırdı. Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi; “… Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin.”
– Toy etme (Toplantı yapıp karar verme): Oğuzlar mühim konularda karar vermek için toplantı yaparlardı; “Kudretli Oğuz beylerini hep çağırdılar evlerine getirdiler. Ağır misafirlik eylediler.”
– Düğün: Halen devam eden bir geleneğimiz olan düğünlerde ziyafet verilir şenlik yapılırdı.
– Kız İsteme: Kız babasından veya abisinden istenirdi. Kız istemeğe büyük ve saygın kişiler giderdi. Dede Korkut Deli Karçar’dan kız kardeşini Bamsı Beyrek’e şöyle istemiştir; “Tanrının buyruğu ile peygamberin kavli ile aydan arı, güneşten güzel kız kardeşin Banu Çiçek’i Bamsı Beyrek’e istemeğe gelmişim.”
– Başlık Alma: Kız vermeye karşılık kızın ailesi başlık isterlerdi. Kitapta kız kardeşini vermek istemediği için aşırı miktarda başlık isteyen Deli Karçar anlatılmıştır.
“Deli Karçar der: Dede, kız kardeşim yoluna ben ne istersem verir misin? Dede der: Verelim dedi, görelim ne istersin? Deli Karçar der: Bin erkek deve getirin dişi deve görmemiş olsun, bin de aygır getirin ki hiç kısrakla çiftleşmemiş olsun, bin de koyun görmemiş koç getirin, bin de pire getirin bana dedi. Eğer bu dediğim şeyleri getirirseniz pek ala veririm”
– Sövüş Etme: Misafir İçin Hayvan Kesme. Oğuzlar bir misafir geldiği zaman onun için bir hayvan kesip ikram ederlerdi.
– Düş Yorma: Rüyalarında gördükleri garip durumları Dede Korkut’a yorumlatıp mana çıkarırlardı.
 

PABUCU DAMA ATILMAK

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
ayakkabı ustası ile ilgili görsel sonucu

Güme Gitmek

Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “HOOOPPP GÜM” şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında, günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu” demiş.
janissary ile ilgili görsel sonucu

Çizmeden Yukarı Çıkmak

Kimi kaynağa göre antik Efes şehrinde bir ressam, kimine göreyse 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
 

Lafla Peynir Gemisi Yürümez

Rivayete göre bir zamanlar İstanbul’da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. Madrabaz ve cimri birisi olup Trakya’dan getirttiği peynirleri İstanbul’da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir’e gönderirmiş. İzmir’de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, “Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazla fazla veririm.” diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir’e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:
-Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu’nu bile dönmem.
Aksi Yusuf her zamanki gibi:
- Hele peynirler salimen varsın… demeye başlar başlamaz gemici.
- Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.
Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.
- Lafla peynir gemisi yürümez atasözü günümüze kadar ulaşmış.

İlgili resim

Vermeyince Mabud, Neylesin Sultan Mahmud?

 

Derler ki, Sultan Mahmut’lardan birine kısmeti bağlı bir adamdan söz etmişler. Sultan adamı bir de kendisi denemek istemiş. Bir koca tepsi baklava yaptırmış. Üst tabakadan başka tepsinin her tarafına görünmeyecek şekilde altın dizdirmiş. adamını gönderip ona tepsiyi birinin bir adağı diyerek kısmetsiz şahsa vermesini ve şahsı takip etmesini emretmiş. Adamımız tepsiyi almış. Yolda bir tanıdığına rastlamış. İkisinin de olaydan haberi yok. Adamımız hikayeyi anlatınca, "Senin." demiş tanıdığı gerçek bir hayırseverlik duygusuyla, “Baklavadan çok paraya ihtiyacın var. al şu iki altını, sat tepsiyi bana.” Teklif adamımızın da işine gelmiş ve tepsiyi satmış.
Sultan hikayeyi duyunca “Fesüphanallah!” demiş. Adamına adamımızın her gün geçtiği köprünün her gün geçtiği tarafına o gelmeden hemen önce altın dizmesini ve kenara çekilip izlemesini emretmiş. Adamımız köprüye gelince “Ya!” demiş, “Hep aynı taraftan geçiyorum, bu gün de diğer taraftan geçeyim, bir değişiklik olsun.” demiş. Sultan hikayeyi duyunca, “Ya hazreti pir!” demiş. Adamımızı yaka paça beylik arazilerden birine getirmelerini emretmiş. Getirmişler. Adam korkudan tir tir titrerken ona bir kasnak verilmesini emretmiş ve adamımıza, “Bu kasnağı atabildiğin kadar uzağa atacaksın. En son durduğu yere kadar olan arazi senin olacak.” demiş.
Adamımız kasnağı savurmuş. Kasnak havada bir yay çizip gelmiş ayaklarının dibinde durmuş. Sultan “Ya malik el mülk!” diye haykırmış, “Getirin onu! doğruca hazineye gitmiş. Adama bir kürek verilmesini emretmiş. “Küreği daldır, ne gelirse senindir.” Adam korku ve heyecandan küreği ters daldırmış ve gele gele bir metelik gelmiş. Sultan “kısmeti bağlı” olmanın ne demek olduğunu anlamış böylece.
"Raviyan-ı ahbar, nakilan-ı esrar zikr idürler kim vermeyince mabut, neylesin Sultan Mahmut" meselini dahi şol sultan irad buyurmuştur.

26 Aralık 2017 Salı

“YANLIŞ HESAP, BAĞDATTAN DÖNER.” ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş, kürk, baharat neyse dağıtılır. Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.

Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hileleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.

Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner. Bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.

Tüccarın yaptığı hileyi anlar. Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder,

-Siz beni Bağdat'ta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbul'a dönmeye başlar.

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbul'daki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.

Tüccara ,

-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz. Biz Hicaza gideceğiz. Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz derler.

Çantaları açıp tüccara gösterirler. Çantaların için inci, altın, pırlanta, envai çeşit mücevher.

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun. Bize bir dua okutur, belki bir hayrat yaptırırsın derler.

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar. Kadınları hürmet ,ziyafet.

Bu sırada kervancı içeri girer,

Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,

-Yahu hoş geldin,bizim hesapta bir yanlışlık olmuş. Paralarını ayırdım. Çocuklara da tembihledim, eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim der.

Parayı hemen verir.

Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancının peşinden koşup ,

-Hani sen Mısır'a gidecektin .yaktın beni! Diye bağırır.

Atına binen kervancı,

-Yanlış hesap adamı Bağdat'tan döndürür der ve yoluna gider.

YALANCININ MUMU YATSIYA KADAR YANAR HİKAYESİ ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ ORTAYA ÇIKIŞI

Atasözünün Açıklaması, Anlamı:

Yalan söylendiği zaman gerçeklerin anlaşılması uzun sürmez ve yalan kısa bir zaman sonra ortaya çıkar. O yüzden yalan söylememeliyiz.

Atasözünün Hikayesi:

İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş talebe beraber kalırmış. Bu talebeler memleketlerinden getirdikleri fasulye, bulgur, mercimek, nohut vesaireyi beraber pişirirler, beraber yerler ve her hafta içlerinden birisi nöbet tutarak bu işleri yaparlarmış.

Geceleri ders çalışmak için yaktıkları mumların parasını da aralarında toplayıp, o haftaki nöbetçi talebeye verirlermiş.

Bu talebelerden birisi çok açıkgözmüş. Her gece şamdanların dibinde kalan kırıntı mumları toplar, eritir (bilgi yelpazesi. com) ve onlardan uydurma bir mum yaparak parayı cebine indirirmiş. Fakat onun yaptığı mum, yeni mumlar gibi uzun müddet odayı aydınlatamaz, erkenden sönermiş.

İşin farkına varan arkadaşları, bir gece yine yatsı namazından sonra karanlıkta kalınca, hesap sormaya başlarlar:

– Biz sana para verdik, ne diye mum almadın?

– Aldım işte, ne yapayım mumlar küçülmüş, bu kadar yanıyor.

İçlerinden birisi:
– Tabii o kadar yanar, çünkü “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” demiş.

HALEP ORADAYSA ARŞIN BURADA ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI

Bu atasözümüzün ortaya çıkışı Nasreddin Hoca ile başlamıştır ve olay şöyledir:

Hoca, çarşıda dolaşır.
Bir kalabalık görür.
Hoca: Allah Allah! Bu kalabalıkta nedir? Allah’ım hayırlara getirsin.
Bir kalabalık görür.
Hoca: Hey ahali! Nedir bu kalabalık? İnşallah kötü bir maruzat yoktur.
1. Adam: Yok hocam. Adamın biri başından geçen ilginç anılarını anlatıyor. Anlattıklarını can kulağıyla dinliyoruz.
Hoca: Bu kadar sizleri meraklandıracak ne anlatıyor acaba? Doğrusu ben de meraklandım.
2. Adam: Çok güçlüyüm, gibi şeyler anlatıyor.
Hoca, palavracı adamın dikkatini çeker.
Palavracı: Ben Halep’te bulundum.
3. Adam: Eeee. Bulunduysan ne olmuş?
Palavracı: Öyle güçlü bir adamım ki, Halep’te bulunduğum sırada altmış arşın uzağa atlamış adamım!
Hoca: Ya. Demek altmış arşın uzağa atladın!
Palavracı: Tabi ki atladım. Burada yaptığımızı anlatıyoruz Hacı Abi!!!
Hoca: Hadi atla da görelim.
Palavracı: Ama ben Halep’te iken atladım.
Hoca: Halep orada ise, arşın burada der ve atasözümüz dilimize dolanır.




ATASÖZLERİ HAKKINDA ÖNBİLGİ

Atasözü Tanımı:Atalarımızın uzun denemelere dayanan yargılarını, tecrübelerini, bilgece düşünce ya da öğüt olarak ifade eden ve kalıplaşmış biçimleri bulunan kamuca benimsenmiş özlü sözlerdir.

Atasözleri, biçim yönünden diğer yazı türlerine göre farklı özellikler gösterir. Öykü, roman, şiir, deneme gibi yazı türleri pek çok cümlenin bir araya gelmesi ve anlam yönünden bütünleşmesiyle oluşur. Buna karşın atasözleri genellikle bir, en fazla iki cümleden oluşur. Bütün duygu ve düşünceler bu tek cümleye sığdırılır. Bu cümleler kişiden kişiye değişmez. Halkın ortak malıdır ve halk tarafından aynı biçimde söylenir.
Atasözleri belli bir toplumun ve/veya bütün insanlığın yaşam felsefesidir. İnsanlarda bulunan sevgi, kıskançlık, bencillik, dostluk, düşmanlık gibi duygular evrenseldir. Bu nedenle bu duyguları yansıtan atasözleri de evrensel olarak kabul edilmektedir. Dünyada pek çok ulusun kullandığı atasözleri karşılaştırıldığında, bu atasözlerinin pek çoğunun aynı ya da benzer olduğu görülmüştür. Atasözleri evrensel değerler yanında bir ulusa özgü kültürel değerleri de yansıtır. Örneğin "Gözden ırak olan, gönülden ırak olur", "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur", "Vakit nakittir" gibi atasözleri evrenseldir. Bunlara benzer atasözlerini bütün dilerde bulmak mümkündür. "Osmanlı, tavşanı araba ile avlar", "Türk'ün aklı aldadır" gibi atasözleri ise ulusaldır. Bunlara benzeyen atasözleri bir ulusun kültürünü yansıtır.
Atasözlerinin Konusu Atasözlerinin konulara çoğu zaman kullanıldıkları bölgeye ve ülkeye göre değişiklikler gösterir. Türk toplumunda tarih boyunca askerlik ve çiftçilik önemli olduğu için at, it, kurt, koyun, silah ve yiğitlik konusunda Türkçe'de pek çok atasözü vardır. Buna karşın Alman atasözlerinde daha çok ayı, kartal gibi Almanya'nın sembolü haline gelmiş konulara yer verilir. Bu nedenlerle, atasözlerinde evrensel ve toplumsal düzen ile bu düzendeki iyi, kötü bütün özellikler görülür.

Cümle Biçimindeki Atasözleri ve Deyimler Bazı deyimler cümle biçimindedir. Cümle biçiminde olan bu deyimlerde yargı vardır. Bu nedenle atasözleri ile karıştırılabilir. Dağ fare doğurdu. / Delik büyük, yama küçük./ Yorgan gitti, kavga bitti. / Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. gibi deyimlerde de yargı vardır, ama öğüt yoktur. Atasözleri ve deyimler arasındaki bir fark da değimlerin "öğüt" vermemesidir.
Atasözlerinin özellikleri şöyle sıralanabilir:1-Halkın düşüncesini anlatır.
2-Ulusaldırlar.
3-Kişinin ruhuna hitap ederler.
4-Kesin tavırlıdırlar.
5-İnandırıcıdırlar.
6-Geniş halk kitlelerinin yüzyıllardan beri geçirdiği denemelerden ve bu denemelerden oluşan düşüncelerden doğmuşlardır.
7-Yalın sözlerdir,anlatımları açıktır.
8-Doğa olaylarının oluşunu bildirirler.
9-Ahlak aşılarlar,ahlaklı olmayı öğretirler.
10-Bir veya iki cümleden meydana gelirler.
11-Bir çoğunda mecaz vardır.
12-Atasözlerinde söz sanatları vardır.
13-Kelimelerin yerleri değiştirilemez.Değiştirildiği zaman değişik anlamlar ortaya çıkabilir.
14-Denenmiş sözler olduğu için doğruluğu herkes tarafından kabul edilir.










Ali'nin Bir Günü

Soğuk bir kış akşamı iş yerinden evine doğru yola koyuldu Ali. İçinde bir huzursuzluk vardı. Daracık sokaklarda bembeyaz yollar kaldırım...